ÖNEMLİ!!! BLOĞUMUZ www.siddetsizlik.org SİTESİ ÜZERİNDEN GÜNCELLENEREK DEVAM ETMEKTEDİR!

Şiddetsizlik, şiddetsizlik antrenmanları ve yöntemleri üzerine gerekli bilgilere, dokümanlara, makalelere bu siteden ulaşabilirsiniz.

şiddetsiz 'eylemle propaganda'

Hazır formüllerden ya da kurulmuş denklemlerden yola çıkarak çözümlemeler yapmak çoğu zaman dogmatizmin sınırlarına vardırır. Sözgelimi, "tarihsel gelişimi belirleyen sınıf çatışmasıdır" ya da "çelişki uzlaşmazdır" gibi formüller birer ön kabul olarak ele alındığında zihinsel bir sürecin mantıki sonucunu görmemizi sağlayan bir nevi trafik işareti fonksiyonu taşır. Aslında, öngörülmüş ve tasarlanmış bu tür zihinsel sonuçlara götüren güzergâh ve yol işaretleri bütün düşüncelerde var. Anarşinin bir farkı; hem bu güzergâhı, yol işareti ve işaretçilerini sık sık görmezden gelmesi, hem de varılacak yere pek çok yoldan varılabileceğini bir ön kabul olarak görmesidir. Örneğin, anarşi özgür seyahatten büyük zevk duyar, o nedenle kendi yol krokisini önceden çizip detaylandırarak seyahat özgürlüğünü kısıtlamaz; o daima, dere boylarına, kimi vadilere, yükselti ve uçurum başlarına giden yan yollara da sapabilir ve oradaki sürprizleri göze alır. Bu mecazı biraz daha uzatırsak; engin okyanuslara yelken açmak varken, günümüz otobanı veya demiryoluyla seyahat etmek anarşisti cezbetmez. Raylara mahkûm bir tren yolculuğundan hiç hoşlanmayan anarşistlerin itirazı (bir anarşistin dediği gibi), daha en başında biletçinin üniformasınadır. Çünkü, üniforma cisimleşmiş tahakkümdür de diyebiliriz. Çekidüzenin, disiplinin sembolü olan üniforma, şiddetle iç içe şekillenerek otoritenin ruhuna bürünür. Nazi Almanyası’nda kapıcıların bile üniformalı olması boşuna değil, üzerinde ince ince düşünülmüş ve hesaplanmış bir uygulamadır. Çünkü, günümüzde otorite öncelikle kendini çekidüzenle tesis eder. Çekidüzenle; yani şiddetin yumuşak elleri ve güler yüzüyle...
Örgütlü Şiddete Hayır
Şiddet üzerine söylenmiş ya da söylenecek hiçbir söz bu konudaki tartışmayı bitiremez. Gerek şiddet algılamalarının birbirinden çok farklı olması, gerekse insan iradesini de aşarak toplumsal sistemlerin ürünü olması nedeniyle, şiddeti öngörülebilir bir zaman kesitinde ortadan kaldırmak mümkün olamayacak; yani, bir olgu olarak şiddet, varlığını sürdürecektir. Tarihten günümüze dek toplum şiddetin varlığını kabul etmiş, onu aklileştirip belirli kalıplarda biçimlendirmiştir. Konuya, ideallerin dışından bakan bir insan olarak yaklaştığımızda şiddet tasarımıyla aramıza kesin sınırlar koyabiliriz; şiddete dair, çözülemeyecek bir sorunumuz kalmaz, çok daha kolayca tavır belirleyebilir ve nerede duracağımızı bilebiliriz. Ne var ki, toplumsal tasarımlara sahip bireyler olarak bakınca sorunun son derece karmaşık bir hal aldığını görürüz. Şiddetle belirlenen ve aynı zamanda şiddet üreten toplumsal etkileşim ve ilişkilerin içindeyiz; öyleyse şiddetle, düşünsel ve pratik bağımızı nasıl kuracağız? Şiddet bizi özgürleştirebilir mi? Ya da toplumsal tasarımlarımızda şiddete yer var mı?
Her şeyden önce, genel anlamıyla şiddete karşıyız! Çünkü, şiddet, kurbanın niteliğinden bağımsız olarak kendiliğinden ahlâk dışı ve kötü bir eylemdir. Ayrıca, bizim özgürlük erdemimize ve anarşist etiğimize aykırı olduğu için onu reddediyoruz. Genel bir doğru olan, şiddetin ahlâka aykırılığı yargısı ne yazık ki, hâlâ toplumsal ilişkilerde egemen olan şiddeti ortadan kaldırmak bir yana, dizginleyemiyor bile. Hakikat galebe çalmıyorsa, bu, toplumsal eşitsizliğin yanı sıra zihniyet kapılarımızın da hakikate yeterince açık olmadığını gösterir. Milyonlarca insanın zihniyetinde yer etmiş olan tahakküm ahlâkı, özgürlük, eşitlik ve adalet duygusuna ağır basmaktadır. Çünkü yaşamı, herkesin herkese karşı mücadelesi olarak gören tahakküm ahlâkı güce dayanır. Güçlüysen her şeyi yapabilirsin ve buna hakkın var. Doğanın "bahşettiği" bu hak, öteki canlıların yaşam ilişkilerini yanlış tasavvur ederek elde edilmiştir. Bu yanlış tasavvur, eski klan ve kabile yaşamına inanılmaz bir vahşilik atfederek yarattığı gerçek vahşiliğin köklerini, doğuştan kötü gördüğü insanın ilk topluluk ilişkilerine dayandırmıştır. Oysa, yabanıl toplumlar, günümüz modern tarih anlayışının göstermeye çalıştığı anlamıyla ilkel ya da vahşi değildiler. O toplumların başvurduğu şiddet, bugünkü toplumda uygulanan şiddetin ne dozuyla ne de boyutlarıyla kıyaslanamayacak kadar sınırlıydı. Evet, onlar da bizim gibi, "kısasa kısas" yöntemini ve misilleme hakkını kullanıyorlardı, ama ritüellere boyun eğmek dışında öldürme edimleri hemen hemen hiç yoktu. Ayrıca, bizim gibi, toplu imha tekniklerine ve ahlâkına da sahip değillerdi. Önemli bir nokta da, uzmanlaşmış yargıç ve cellat ayrımına sahip olmayan ve şiddet tekelinin oluşmadığı o topluluklarda, tıpkı yargı gibi, suç da toplumun ortak sorumluluğundaydı. Örneğin, kan dökmüş birinin kanı dökülecekse eğer, kimse tek başına bu kararı yerine getirme arzusunu göstermiyordu. Yargıç ve cellat rolü topluluğun tüm üyelerine ait olan ortak bir sorumluluktu. Kimsenin infazcı olmak istemediği bu eski geleneğin, 19. yüzyıla kadar askeri infazlarda da varlığını sürdürdüğünü aktaran Kropotkin, çok çarpıcı bir örnek veriyor: "19. yüzyıl ortalarına kadar, on iki asker, içlerinden biri kurusıkı olan on iki tüfekle mahkûma ateş ediyorlardı. Askerler, hangi tüfeğin kurusıkı olduğunu bilmediğinden, her biri kendisinin katil olmadığını düşünerek vicdanını rahatlatabiliyordu."
Vahşi diye nitelediğimiz toplumların bizden çok daha derin bir adalet ve merhamet duygusuna sahip oldukları artık yeterince biliniyor. Bizde ise, bu duygu, geçmişten bugüne gelen süreçte "tarihsel gerçeklik ve zorunluluk" palavrasıyla yer değiştirdi.
Şiddet ve Özsavunma
Şiddettin karakteristik bir özelliği, daima pratik ilişkilerimizde akli ve felsefi gerçeklikten soyutlanarak, bütünüyle öfke ya da nefret gibi çok güçlü duygulara bürünmüş haliyle karşımıza çıkmasıdır. Olayların dışından ve tamamen düşünsel düzlemden baktığımızda, masumun özsavunmasıyla saldırganın imha eylemini aynı şiddet kavramı içinde ele alıp aklen reddedebiliriz. Yine bunun gibi, somut bir olay üzerinde ne kadar objektiflikle durursak duralım, onu akıl sınırlarımız içine aldığımız andan itibaren, yaşandığı zamandan, tezahür ettiği boyutlardan kopararak soyutlamış oluruz. ‹nsana dair her türlü etkileşim ve özgünlük, felsefi yargılarımızın gölgesinde kalır. Oysa, olay kendi gerçekliği içinde bambaşka boyutlarda seyreder. Kişiler, felsefi ve akli yargılarımızın birer nesnesi değil, birbirlerini etkileyen, belirleyen canlı birer varlıktırlar. ‹simleri, karşılıklı konumları, duyguları, ruhlarında ve tenlerinde hissettikleri acıları var. Dolayısıyla, adalet duygumuz da felsefi doğrularımız ve genellemelerimiz kadar gerekli ve geçerlidir. O nedenle, olayla karşı karşıya bir konumda, duygularımızla ve pratiğin içinden baktığımızda saldırı ile savunmayı kategorik olarak birbirinden ayırmaya başlarız; saldırı karşısında özsavunmayı meşru buluruz.
Vardığımız bu noktada, soruna açıklık getirmek bir yana, sorunun asıl burada başladığını görürüz. Özsavunma nedir, onun ilkesel temellerini nasıl belirleyeceğiz, sınırları nerede başlar ve nerede biter?
Yukarıda da belirttiğim gibi, şiddete kişisel bir sorun olarak baktığımız sürece, herhangi bir açmazla karşılaşmayız. Bize yönelecek bir saldırıya karşı nefs-i müdafaada bulunur, ya da karşı saldırıyla cevap veririz. Fakat sorun bununla bitmiyor. Özgürlük etiğini savunan bizler, yalnızca nefsimize karşı bir saldırıyı ayırt edici bir başlangıç noktası olarak alamayız. Çünkü saldırı, toplumsal asimetriyle birlikte başlamıştır. Sürekli şiddet anlamına gelen yönetim, güç kullanarak, yani ancak şiddete başvurarak milyonlarca insana boyun eğdirtebiliyor. Biçimi ne olursa olsun, her türlü yönetim, açık ya da gizli baskı ve zorbalık olmadan varlığını sürdüremez. Çok eski zamanlardan günümüze kadar aralıksız süren yönetim sistemi, dayandığı yasal ve hukuksal temelleri ve hükmetme "meşruiyeti"ni dünden devralmıştır. Genel anlamıyla yönetim ilkesinin sınırları, geçmişin tarihsel köklerine kadar uzanır. Öyleyse yönetim sistemine karşı meşru müdafaanın sınırları da tıpkı yönetim ilkesi gibi, geçmişin tarihsel ilişkileri içinde şekillenmiştir. Yoksa, siyasal zor’a dayanarak varlığını sürdüren yönetime karşı, meşru müdafaa -özsavunma- hakkı bugün icat edilip ortaya atılmış bir fikir değildir. Ancak, özsavunma hakkında, özellikle medyatik manipülasyonlarla yapılan çifte standartlara sık sık rastlarız. Örneğin, kıran kırana bir savaş sürecinden geçen Hindistan ve Vietnam kurtuluş mücadeleleri, Batılı kamuoyu vicdanında bile meşru müdafaa olarak kabul gördü. Yine bunun gibi, faşist güçleri durdurmak için başvurulan şiddet, genellikle meşru müdafaa olarak görülür. Ancak, devrim amacıyla doğrudan devlete ve iktidara karşı gelişen eylemler en az Filistin’in bağımsızlığı kadar meşru, çok daha adil ve ahlâki kaygı taşımalarına rağmen hemen hemen hiçbir koşulda meşru müdafaa olarak kabul görmüyor.
Bütün bunlardan farklı olarak anarşi, yönetim ilkesine karşıtlığı nedeniyle, yönetilmeye olduğu kadar yönetmeye de karşıdır. Yani; başkalarının bize uyguladığı Zor’a ne denli karşıysak, ne kadar güç sahibi olursak olalım başkalarına Zor uygulamaya da o denli karşıyız. Klasik anarşizm döneminin (Tolstoy ve Benjamin Tucker hariç) belli başlı anarşist simaları, şiddete şiddetle yanıt veren özsavunmayı meşru ve gerekli görmüşlerdir. Ancak, Malatesta’nın yaptığı gibi, bunun sınırlarını net olarak belirlemişlerdir: "Şiddet ancak kendini ve başkalarını şiddete karşı savunmak için zorunlu olduğunda haklı görülebilir. Zorunluluğun bittiği yerde suç başlar." Malatesta, "zorunluluğun bittiği yer"i, iktidarın ortadan kaldırıldığı özgürlükçü toplum olarak görür. Böyle bir toplumda hâlâ şiddet uygulanıyorsa artık o, kurumlaşmış, amaç haline gelmiş ve teröre dönüşmüş bir şiddettir.
Teröre Hayır
Elbette burada söz konusu olan, bizim kişisel olarak birim zamanda somut bir şiddete maruz kalıp kalmadığımız değildir. Başkasının acısını kendi acısı olarak gören bizler, özgürlüğün etik evrenini sahiplenen bizler, yönetim ilkesinin sürekli tahakkümüne karşı, sürekli meşru müdafaa halindeyiz. Dolayısıyla, bu anlatılanlardan çıkarılacak sonuç şu: Yönetim ilkesini, dayandığı her türlü toplumsal temelle birlikte yok etmek, özgürlük ilkesi gereğince kendiliğinden meşru bir haktır. Peki ama, bu hakkı hangi yol ve yöntemlerle uygulayacağız? Çünkü şunu da biliyoruz ki, şiddete dayalı bir eylem olan devrim, tasarladığı çizgide başarıyla ilerlese bile, şiddet eğilimini yok etmez, aksine onu daha da geliştirir, kurumlaştırır; kurumlaşmış şiddet ise terörden başka bir şey değildir.
Terör eylemine karşıyız. Çünkü, her şeyden önce, terör eylemi barbarlıktır; ve bu barbarlık asla özgürlükçü amacımız için bir araç olamaz; bizi karşıtımızla benzeştirir. Bu noktada bir soru akla gelecektir: Yönetimin, terör demek olan kurumlaşmış şiddetine şiddetle yanıt verdiğimiz özsavunma esnasında, özünde teröre başvurmuş olmuyor muyuz? Bu soruya açık ve net bir yanıt vermek bana pek olanaklı gibi görünmüyor. Çünkü, yaşam pratiği içinde olayların ardı ardına gelişimi çoğu zaman insanların (tarafların) kontrolünden çıkar. Böylesi zamanlarda niyet ile sonuç genellikle birbiriyle bağdaşmaz. Dolayısıyla, istenmediği halde terör ile şiddetin sınır çizgileri kimi zaman birbirine karışabilir. Ama, burada önemli olan bizim ilkesel tutumumuzdur. Biz ilkesel olarak terörü (rehin alma, kitlesel imha vb.) reddediyorsak; ilkesel olarak cezalandırmayı (suikast, misilleme hakkı vb.) reddediyorsak, ancak o zaman kitlesel öfke patlamalarının faciaya yol açtığı nadir olaylar fevrilikle açıklanabilir. Çünkü, doğrudan eylem şeklinde gelişen kendiliğinden şiddet ile örgütlü şiddet eylemi arasındaki fark, şiddet ile terör arasındaki nitelik farkı kadardır.
Anarşizmin bu konudaki hassasiyetine ilişkin önemli bir nokta ise, örgütlü şiddetin hiyerarşik ve örgütsel yapıları zorunlu kıldığıdır. Hiyerarşik bir yapı olmadan düzenli örgütlü şiddetten söz edilemez. Bu nedenlerden ötürü, anarşist etik ve ilkelerimize uygun olmak koşuluyla, etkiye tepki olarak kendiliğinden gelişen meşru müdafaa durumları dışındaki örgütlü şiddeti reddetmeliyiz. Bunun garantisi de, mücadele ve yaşam ilişkilerinde anti-otoriter ilkeyi hiçbir şekilde göz ardı etmemektir. Çünkü, çoğu zaman şu yanlış kanı oluşur: bir toplulukta tahakküm ve şiddet yok edilmişse o toplulukta otorite de yok olmuştur. Bu bütünüyle bir yanılgıdır; pek çok özgür cemaat ve grup ilişkilerinde şiddet ortadan kalktığı ya da tamamen nispi sınırlara çekildiği halde, hiyerarşik bir yapı ve ilişki olmasa da, bilgi, beceri ve tecrübe farklılığından doğan bir tür otorite hâlâ varlığını korur. Cemaati veya topluluğu açıktan açığa temsil eden bir liderin varlığına onay vermeyen özgürlükçü ahlâk, birçok "doğal önder"in boyvermesini engellemez, hatta onlara fırsat tanır. Ne yazık ki, bu tür durumlarda özgürlük adına konuşan doğal önderin keyfiliği ve sahip olduğu güç hiç sorgulanmaz. Anarşi, bir diktatörün yolunu da açacak kadar bireysel inisiyatifi teşvik ettiği için, doğal önderin hesap tanımayan keyfiliği, çoğu zaman diktatörün keyfiyet sınırlarına kadar varır. O nedenle, özgürlükçü de olsa kişilerüstü bir doğal önder en az diktatör kadar tehlikeli ve kötüdür. Hatta, tüzük kurallarına bağlı kalma zorunluluğu olan diktatöre oranla, otoritesini kişilerin gönüllü kabulüne dayandırdığı için, doğal önderin konumu daha da tehlikelidir. Şiddetin biricik edim haline geldiği koşullarda nerede ne yapacağı bilinmez; ve onu dizginleyecek bir mekanizma yoktur.
Şiddetsiz Eylem
Her türlü şiddet karşıtlığı, vicdanımızda rahatlıkla yer edinip ruhsal bütünlüğümüzü perçinler, etik kaygılarımızı harekete geçirerek bizi vicdanımızla baş başa bırakır. Felsefi bir ilke boyutlarıyla doğru olan bu düşünce, zulmün boyunduruğuna mahkûm edilmiş insanlığın mevcut durumu karşısında ne yazık ki çaresizdir. Çünkü, esin kaynağını öncelikle Hıristiyan ahlâkının "kötülüğe kötülükle karşılık vermeyeceksin" ilkesinden aldığı için, zulmün ve şiddetin hiçbir tezahürü karşısında bu ilkeyi ihlal etmez. Oysa, genel insanlık alemini bir yana bırakalım, bir tek insanın hayatı bile bütün ilkelerden daha önemlidir.
...Ağırlıklı olarak Tolstoy tarafından geliştirilen şiddet karşıtlığı, günümüzün anarşistleri için kolayca es geçilemeyeceği gibi, etkili bir kabul de görmüş durumda. Ancak, Tolstoy’un Hıristiyan anarşizmi olarak geliştirdiği bu düşünce, ‹sa’nın, Gabara Dağı’ndaki vaazına dayanıyordu. Tolstoy, Dağdaki Vaaz’ı Hıristiyanlığın özü olarak kabul ederken; Kilisenin, Hıristiyanlığı yozlaştırdığını, resmi bir kurum olarak cinayete ve devletin öteki suçlarına ortak olduğunu ileri sürerek, Kilisesiz, peygambersiz, ayinsiz, salt Dağdaki Vaaz’la sınırlı bir Hıristiyanlık öneriyordu. Tolstoy, Dağdaki Vaaz’ı çağımıza her ne kadar uyarlasa da bu düşüncenin belirleyici olan özünde, köleden itaat, efendiden de merhamet etmesi bekleniyordu. Elbette Tolstoy’un etkisini ve rolünü küçümsemiyorum. O, itaat kısmını bütünüyle itaatsizliğe dönüştürerek vicdanımıza yepyeni bir boyut ve bir derinlik kazandırdı. Rahatlıkla, Tolstoy anarşizmin vicdanıdır diyebilirim. Tolstoy’dan sonra, savaş koşullarını bir yana bırakırsak, şiddete başvurulan her yerde, onu mutlaka anarşist ahlâkın süzgecinden geçirme ihtiyacı ve sorumluluğu doğdu.
Meşru müdafaa hakkını da "kötülüğe kötülükle karşılık vermek" olarak gören Tolstoy, bütünüyle pasif direnişi, yani itaatsizliği önerir. Açık ki, pasif direniş, sistemin çeşitli aşırılıklarına ve daha çok da yaşam hakkına kast edildiği durumlarda ortaya koyduğu duyarlılığıyla bir mücadele tarzı haline gelmiştir. Oysa, hükmedilenlerin kendi kaderlerini belirleme özgürlüğüne ilişkin atacakları adım, daima pasif direnişin nötr tutumuyla karşılaşır. Çünkü o, hak ihlallerinde değişmez vicdani bir ölçü olarak şekillenmiştir. Dolayısıyla, mutlak barışçıldır.
Bu durumda başka bir seçenekle karşı karşıyayız: şiddetsiz eylemle propaganda! Ancak, anarşizmin eylemle propaganda dönemi, bilinen bir mücadele tarzını çağrıştırır. Bu tarz, silahlı başkaldırıdan, planlanmış örgütlü silahlı eyleme kadar çeşitli eylem biçimlerini bir mücadele tarzı olarak hayata geçirmişti. Şiddet, bu mücadele tarzının belirgin öğesiydi. Şimdi; iki noktaya müdahale edilmesi gerekiyor. Birincisi; klasik “eylemle propaganda” anlayışını, kaçınılmaz özsavunma dışında şiddetten arındıralım. ‹kincisi; şiddetten arındırdığımız bu eylemle propagandayı sivil itaatsizlikle karıştırmayalım. Çünkü, eylemle propaganda, statükonun korunmasını değil, toplumsal dönüşümü esas alır. Legal etkinlikle özdeş ve sınırlı değil, legalite ve yasal meşruiyeti daima zorlar. Yatıştırıcı, uzlaşmacı bir barışı değil, isyanı hedefler. Bu ayırt edici nitelikler şiddetsiz eylemle propagandayı sivil itaatsizlikten ayırırken, şiddetin temel bir öğe olarak reddedilmesi, onu klasik anarşizm dönemindeki pratiğinden de ayırır. Sonuç olarak; meşru isyan hakkımızı kullanırken, özsavunma durumları da dahil, şiddeti mutlaka ahlâk süzgecinden geçirmeliyiz. Toplumsal tasarımlarımıza ilişkin dönüştürücü eylemimizi ise şiddetten arındırmalıyız. Bu haliyle, sivil itaatsizlikle güç kullanmak arasında bir yerde durmuş oluyoruz. Bence bu kötü veya yanlış bir nokta değil. Genel olarak, şiddetten arınmış eylem tarzıyla mücadele etmek, doğru ve ahlâki bir tutumdur. Hayati ve kaçınılmaz olduğu yerde, tamamen özsavunma durumunda şiddete başvurmak, "dünya hali" gereğince başkasının bizi mecbur ettiği bir kötülüktür. Bu kötülükten nereye kadar kaçınacağız? Sabır taşının çatladığı yere kadar!
Gazi Bertal